Sayfalar

9 Kasım 2007

BİLİM, AKIL VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ...



84 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ne kadar sağlıklıdır? Kişilerin demokratik haklarına karşı hoşgörümüzde artma var mıdır? Tüm dogmalara karşı (en başta dinsel) tepki gösterebiliyor muyuz? İç ve dış sorunlarımızı nasıl çözüyoruz? Akılla mı, akıl dışı yöntemlerle mi?

Türkiye Cumhuriyeti'nin 84. yıl dönümünü kutluyoruz. Önce, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, tartışılmaz lideri, Mustafa Kemal Atatürk'e, O'nun arkadaşlarına ve onlara destek olan Türk Milletine bu olağanüstü başarılarından ötürü şükranlarımızı sunmak gerekir. Böyle bir günde, kutlamanın yanı sıra güncel birkaç soruya göz atmakta yarar var kanısındayım; Türk devrimi neden ve ne zaman başladı?, Karşı devrim hareketleri neden güçlendi?, Türkiye Cumhuriyeti tehlike altında mıdır? Ve biz bu konuda neler yapabiliriz? Hemen hatırlayalım; bundan 84 yıl önce ülkemizde yapılan DEĞİŞİKLİKLER o denli büyüktü ki bunlar genellikle "BİR MİLLETİN YENİDEN DOĞUŞU" ya da "TÜRK AYDINLANMASI" diye anılır. Özellikle 1919-1923 yılları arasında yapılan değişikliklerin kapsamını, büyüklüğünü ve önemini anlamak için, ülkemizin ve diğer ülkelerin o yıllardaki durumunu göz önüne getirmek yeterlidir.
Hepimiz biliyoruz ki 600 yıl süren Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'da oluşan DEĞİŞİKLİKLERE uyum gösteremedi. Bu durum aklımıza bir soru getiriyor. Bir zamanlar diğer ülkelere HOŞGÖRÜ öğreten böylesine muhteşem bir imparatorluk, nasıl oldu da bilimi dışlayan ve değişiklikleri kabul etmeyen bir ülke haline geldi? Buna kısa cevap sudur: çünkü Osmanlılar BİLİMSEL BİLGİ üretmediler ve dünya sorunlarını çözmek için MANTIKLI düşünceden uzaklaştılar.
Sorunsuz toplum düşünülemez. Bu normaldir ve beklenen bir şeydir. Önemli olan sorunların toplumca nasıl algılandığı, tartışma yöntemlerinin varlığı-yokluğu, ve çözüm olanaklarının nasıl araştırıldığıdır. Sadece AÇIK TOPLUMLAR (ve bireyler) kendi sorunlarına çözüm bulabilirler. Düşünüme alışkanlığı olan, ayrıksı görünse bile, düşünen bireylerini öldürmeyen, dinsel ya da din-dışı hiçbir otoriteye boyun eğmeyen, bilgi kaynağı olarak bilimi kullanan toplumlar açık toplumlardır. Osmanlılar zamanla KAPALI BİR TOPLUM haline dönüştüler ve bu da imparatorluğun sonunu getirdi. TÜRK DEVRİMİ, Müslüman ülkeler arasında, açık bir toplum yaratmaya yönelen ilk olaydır (BİR UYGARLIK PROJESİ, GİRİŞİMİ ATILIMIDIR). Bu devrimin liderleri başarılı oldu; çünkü onlar MANTIKSAL (RASYONEL) DÜŞÜNEN insanlardı. Onlar, toplumsal devrimin gerektirdiği her şeyi yapmışlardır. Burada sadece birkaçını belirtmek yeter sanıyorum: Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmışlar, alfabe değişikliğini yapıp okur-yazar oranını artırmışlar, kadın hakları ve eşitliğini sağlamışlar ve eğitimle ilgili daha bir dizi devrimler gerçekleştirmişlerdir. Kimilerinin sandığı gibi tüm bu çabalar sadece bir "BATILILAŞTIRMA" hareketi değildi. Buradaki temel değişiklik "Hayatta en gerçek yol gösterici" olarak "ilimin" kullanılmasıdır.. GERÇEK hem BİLİM hem de DEMOKRASİ'nin temelidir. Bilim ve demokrasi yalnız ve yalnız, SORGULAYAN BİR KAFA ile mümkündür. Böyle bir kafa yapısı, tüm DOĞMATİK DÜŞÜNCELERE karşıdır, ister dinsel, ister din-dışından olsun.
Şimdi başlangıçtaki sorularımızdan birine gelelim: Türkiye Cumhuriyeti tehlike altında mıdır? Buna cevabım şudur: EVET, başlangıçta öyleydi, şimdi öyle ve gelecekte de bu tehlike sürecektir. Peki Türkiye Cumhuriyeti'ne kimler saldırıyor ? Bence, dış düşmanları bir yana bırakırsak, bunlar şöyle tanımlanabilirler: Değişimden korkanlar, İlgisiz/tepkisiz yaşayanlar, Rasyonel (mantıksal) düşünme alışkanlığı olmayanlar ve Dogmaların rahatlığı içinde yaşayanlar.
Peki biz buna karşı neler yapabiliriz? Sizlere mesleğim olan bağışıklık biliminden (immunoloji) benzetmeler yaparak bir yanıt sunacağım. Biliyorsunuz, vücudumuz mikroorganizmalar denizinde yüzmektedir. Ağzımızdaki, burnumuzdaki, derimizdeki ve bağırsaklarımızdaki tüm mikropların sayısı, kendi vücut hücrelerimizden kat kat fazladır. Sağlıklı kalmamızın tek nedeni bizim iki çeşit savunma sistemine sahip olmamızdır (bağışıklık). Bir tanesi atalarımızdan kalıtsal olarak gecen "DOĞAL" bağışıklık sistemidir (buna evrimin bir armağanı denebilir). Diğeri ise sonradan "KAZANILMIŞ" bağışıklıktır; bunu herkes içinde bulunduğu çevre/ortamın gereklerine uygun bir şekilde geliştirmek zorundadır. Bu iki sistemden birindeki en ufak bir bozukluk, mutlaka bir hastalığa yol açar. Size garanti veriyorum ki, eğer bir ülkede işlevsel ve SAĞLIKLI bir DEMOKRASİ varsa, bunun nedeni iç ve dış mikropların yokluğu değildir; aksine bunun nedeni o ülkede demokrasinin hayati organlarını koruyan mekanizmaların varlığıdır (Laiklik, ifade özgürlüğü vb. gibi). Vücudumuzun ve toplumların sağlığı, buna bağlıdır. Bu bir "olmak ya da olamamak" sorunudur.
Simdi gelelim şu sorumuza: 84 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ne kadar sağlıklıdır? Kişilerin demokratik haklarına karşı hoşgörümüzde artma var mıdır? Tüm dogmalara karşı (en başta dinsel) tepki gösterebiliyor muyuz? İç ve dış sorunlarımızı nasıl çözüyoruz? Akılla mı, akıl dışı yöntemlerle mi? Norveçliler çok karmaşık bir sorunla karşılaşınca şöyle derlermiş: "Bir de Atatürk gibi düşünelim". Biz de Atatürk'ü böyle algılıyor muyuz? Ben, bu 84. yıldönümünde karşı devrimcilerin kazanmış gibi görünmesine rağmen, milletimizin her türlü sorununu çözme yeteneğine sahip olduğuna ve bu yolda ilerlediğine inanıyorum. Kötümser olmaya gerek yok, çünkü gittikçe daha AÇIK TOPLUM oluyoruz. Açık toplum olarak sorunların çözümünde MANTIK kullananlarla-kullanmayanlar tartışmaya başladılar. Düşünce özgürlüğünü savunuyoruz. Şu anda devrim karşıtları bunu daha iyi kullanıyor. Hatta karşıdevrimcilerin sayısında artma var gibi görünüyor. Ama bu doğru mudur? Bence en büyük artış "beceriksiz sözde devrimcilere" ve Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan, ekip kuramayan, yıllardır iş yapamayan kişi ve partilere güvenmeyenlerin sayısındadır. Bu "sözde devrimcilerin" Türk halkının gözünden düştüğünü gösterir, devrimin değil. Bence Türk halkı her yönüyle demokratik gerçekleşen son seçimlerde kaybedenlere unuttukları bir şeyi anımsatmak istiyor: Halkını sevmek, ekip halinde ve çok çalışmak ve toplumsal dayanışmayı sağlamak. Kurtuluş Savaşı'ndaki o eşi görülmemiş işbirliğini sağlayan Türk halkı ve onun bağrından çıkardığı aydınları aynı başarıyı yakalamak zorundadır.
Böyle bir yıldönümünde vatanı için her şeyini veren yurtsever atalarımıza en büyük şükranlarımızı sunarken, sözü 84 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran öndere bırakıyorum: "Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır". (¹)


Kaynaklar:
1. Sansal, B. Turkish facts and statistics. www.allaboutturkey.com
2. Ataturk Society of America: Washington DC,
www.ataturksociety.org
3. Popper, K. Open Societies and its Enemies, Routledge, 1966.
4. Ozankaya, O. Secularism in Turkey: Paper presented at Venice, Italy, 1993.
5. Kalipci-G.İ. Atatürk, İçimizden Biri, 2004.


DİPNOT(¹) Bilim Teknik 09.11.2007 / Şefik Sanal Alkan

İNTERNET...


Hayatta değer verecek bir şeylere sahip değilseniz ya da bilgi olgusunu idrak etmiş birisi olarak değer verdiğiniz şeylerin peşinden gidecek cesaretiniz, motivasyonunuz yoksa, internet size ancak keyif verici madde etkisi yapar; ondan hiçbir şey alamazsınız - tam tersine zamanınızı heba etmiş olursunuız!

AYETULLAH FETHULLAH!...


Siyasal İslam ve Bölücü /Ayrılıkçı hareketten kaynaklanan bir büyük tehdit altında bulunan Türkiye'de, özgürlükçü (liberal) sağın ve halkçı (demokratik) solun kendi içlerinde bütünleşerek bir işbirliğine ya da birlikteliğe gitme arayışlarının yoğun hale geldiği; bu yolda umutların yeşerdiği bir dönemde; Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nin ''Cumhuriyet Düşmanı'' bir kişi hakkında aldığı beraat kararı, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğinden kaygı duyan tüm yurttaşları endişeye sevk etmiştir!.. Mahkemelerine, yargıçlarına güvenen, yargı kararlarına büyük saygı gösteren Türk toplumu, bu kararın hukuksal gerekçelere uygun olduğundan kuşku duymasa da; yurttaşların birçoğu, bu kararla doğacak sonuçların ne gibi gelişmelere yol açacağını düşünmeye başlamıştır... Bir erken seçimin gündemde olduğu Türkiye'de, bu kararla bağlantılı olarak ortaya çıkacak gelişmelerin tüm siyasal dengeleri altüst etmesi olasılığı belirmiştir...
Sürdürülen çabalar
Geleceği göremedikleri için 2002 seçimlerinde kendi içlerinde bütünleşmeyi ve iki kanat arasında birlikteliği sağlayamayan ''özgürlükçü sağ'' ve ''halkçı sol'' için ortaya çıkan bu gelişme karşısında artık tek çıkar yol kalmıştır: ''Ulusal Bütünleşme İçin Birliktelik!..''
Türkiye'de ''sağ'' ın bütünleşme koşullarının giderek arttığı bir ortamda, ''sol'' un da bütünleşmeye gitmesi kaçınılmaz görünmektedir. Ne var ki, her iki kanadın birliktelik olasılığı, Türkiye'yi yörüngede tutmak isteyen bir küresel gücü önlem almaya yönlendirmiştir. Çünkü ulusal bütünleşmeyi gerçekleştirebilecek bir ''Özgürlükçü Sağ/Halkçı Sol Koalisyonu'' , ABD'nin ''Ilımlı İslam'' ve ''Büyük Ortadoğu'' planlarını bozacaktır. Böyle bir koalisyonun oluşturulma aşaması öncesinde atılacak tek adım; ABD'deki emin adamın, ''Cumhuriyet Düşmanı'' nın Türkiye'ye gönderilmesidir. Oyunun sondan bir önceki sahnesi bu olacaktır...
Olurlar ve olmazlar
İran'da 56 yıllık monarşiyi yıkan siyasal İslam, bugün Türkiye'de 83 yıllık Cumhuriyeti tehdit altında tutmaktadır. Şubat 1979'da İran'da gerçekleştirilen İslam Devrimi ile İran'ın 27 yılda geldiği nokta ortadadır. İran bugün çağdışı ''Siyasal İslam'' ın koyduğu kurallarla çizilmiş sınırlar içerisinde, karanlık bir yaşamla baş başadır. Türkiye'de yaşamakta olup da İran'a özlem duyanlar bile bu resimden korkar olmuşlardır...
İran'da devrim çok süratli gelişmiştir. Yönetim ve Silahlı Kuvvetler ilk günlerde dağılmıştır. El ilanları ve duvarlara asılan pankartlarla ''Asker; Humeyni 'nin Emri ile Firar Et'' çağrılarıyla parçalanan Silahlı Kuvvetler, yetişmiş kadrolarını ve komuta kademesinin tümünü başlangıçta kaybetmiş, bir yıl sonra Irak'la girişilen savaş (1980- 1988) bu nedenle yönetilemez hale gelmiştir. Hapsedilen ve emekli edilenler hariç sadece kurşuna dizilerek öldürülen generallerin ve amirallerin sayısı 30'u bulmuştur. (Silahlı Kuvvetlerde, Emniyet Teşkilatında, Haber Alma Teşkilatında SAVAK'ta görevli general ve amirallerin, üst düzey yöneticilerin idam kararları, maiyetlerindeki görevliler tarafından infaz edilmiştir.) Bu arada ideolojik nedenlerle, ''özgürlük ve demokrasi'' sloganlarıyla monarşik yönetime karşı çıkarak mollalarla birlikte hareket eden ve ''İran İslam Cumhuriyeti'' özlemiyle mollalara destek veren, Halkın Fedaileri, Halkın Mücahitleri, Yasadışı Komünist Partisi/TUDEH gibi sol kanattaki bütün örgütler tasfiye edilmiş ve yandaşlarının tümü idam edilmiştir.
Devrim sonrasında yönetim mollaların eline geçince ilk uygulama kadınların tesettüre (örtünmeye) sokulması olmuştur... Örtünmeyen kadınların yüzüne yollarda kezzap atılmış ya da yüzleri jiletle parçalanmıştır... Kız ve erkek çocukların okulları ilk günden ayrılmıştır... İçki satan yerler tümüyle tahrip edilmiş ve kapatılmıştır... Müzik ve eğlence programlarının tamamı yasaklanmıştır... Sahipsiz kalan taşınır ve taşınmaz malların hepsi yağmalanmıştır... Eğer ''Bunların hiçbiri Türkiye'de olmaz'' diye düşünenler varsa, geçmişin ve bugünün Türkiye'sinden fotoğrafları yan yana koyarak gelinmiş olan noktayı görmeli ve düşüncelerinin sağlamlığını irdelemelidirler...
Tekrarlanan sahneler
Air France'ın 1 Şubat 1979 tarihli Paris-Tahran seferiyle İran'a dönen Humeyni'yi örnek alarak, elinde Pan American'ın Washington- Ankara seferi için açık tarihli bilet bulunduran bir ''Cumhuriyet Düşmanı'' bugün yola çıkmak için sabırsızlanmaktadır. Onun gibi, onu karşılayacaklar da sabırsızlanmaya başlamıştır. Bu kişinin yetiştirmeleri onun yolunu gözlemektedirler. Küçük yaştan itibaren beyinleri şekillendirilerek yaratılmış bir neslin mensupları olarak, artık devleti ele geçirme zamanının geldiğini düşünmekte ve ''Cumhuriyet Düşmanı'' nın liderliğini beklemektedirler. Uçaktan iner inmez onun da ''Ben değiştim'' diyeceğini umut etmektedirler...
''Laik Türkiye Cumhuriyeti, İslam çizgisinden ve Osmanlı yolundan ayrılmıştır'' ,''Allah ve Peygamber emirleri yerine Türkiye'de Atatürk' ün emirleri geçerlidir'' diyen Humeyni'nin Türkiye'deki temsilcileri, bugün ondan daha da ileri gitmişler; işgal ettikleri makamları, bulundukları konumları unutmuş görünerek, başta ''Laiklik'' olmak üzere ''Türkiye Cumhuriyeti'' nin anayasal niteliklerini tartışmaya açacak kadar; devletin en yüce makamlarına, anayasal kurum ve kuruluşlarına saldıracak kadar derin bir ihanet çukuru içine düşmüşlerdir. Bu resim içinde Türkiye'de şeriat ve bölücülük tehlikesi olmadığını söyleyenler de boy göstermiştir. Onların bu kapsamdaki söylemleri belli bir maksada yöneliktir. Bu yolda alınabilecek önlemlerin başlangıçtan itibaren etkisiz kılınması için bir taktiktir. Amaç; tehdidi yok göstererek, şeriat ve bölücülüğe karşı alınabilecek önlemleri engellemek, oluşabilecek direnci önceden yok etmektir! ''Bu millet istedikten sonra laiklik tabii ki elden gidecek'' diyenlerin ve ona destek verenlerin başka türlü düşünmesi zaten mümkün değildir!..
Türkiye İran olabilir mi?
''Türkiye İran olmaz'' , ''olmayacak'' diyebilenler varsa; bugünden tezi yok ortaya çıkmalıdırlar!.. Ulus tümlüğü ve ülke bütünlüğünden yana olan; ''Laiklik'' başta olmak üzere, Cumhuriyetin anayasa ile belirlenmiş temel niteliklerinde hiçbir görüş ayrılığı bulunmayan, ''Atatürk İlke ve Devrimleri'' ni aynı biçimde algılayan, yalnızca isimleri farklı olan ''özgürlükçü sağ'' ın ve de ''halkçı sol'' un liderleri, parti örgütlerinin temsilcileri, her iki hareketin destekçileri, sivil toplum örgütleri ve tüm yurtseverler bir kutsal görev için hemen mücadeleye soyunmalı ve yola koyulmalıdırlar...
Bugün Türkiye'de, ''Laik Cumhuriyet'' in ''İslam Cumhuriyeti'' ne dönüştürülmesi planı, İran arşivinden yararlanılarak oluşturulmaktadır... Bu arşivde yer alan yöntemler kullanılmaktadır... Bölücü ayrılıkçılarla, şeriatçılarla, ikinci cumhuriyetçilerle; özet olarak tüm Cumhuriyet karşıtları ile dayanışma içinde olan bir ''Cumhuriyet Düşmanı'' , şimdi Amerika'da kendisine tahsis edilmiş bir konutta, ''Humeyni'nin Tahran'a Dönüşü'' adlı bir filmi seyretmekte; Esenboğa'da kendisini uçağın merdivenlerinde karşılayan, dizi dibine diz çöküp el öpmeyi çok seven bir başka ''Cumhuriyet Düşmanı'' nın kolunda merdivenlerden aşağı doğru indiğini düşlemektedir...
Bugün Türkiye'nin üzerinde dolaşan bir kara buluttur!.. Türkiye'nin geleceği tehlikelerle doludur!.. Kurtuluş için tek yol ''Ulusal Bütünleşme İçin Birliktelik'' yoludur. Bu yol Türkiye için son umuttur...


O. Doğu SİLÂHÇIOĞLU Cumhuriyet Gazetesi, Olaylar ve Görüşler, 10 Mayıs 2006.

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...