Sayfalar

9 Kasım 2007

BİLİM, AKIL VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ...



84 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ne kadar sağlıklıdır? Kişilerin demokratik haklarına karşı hoşgörümüzde artma var mıdır? Tüm dogmalara karşı (en başta dinsel) tepki gösterebiliyor muyuz? İç ve dış sorunlarımızı nasıl çözüyoruz? Akılla mı, akıl dışı yöntemlerle mi?

Türkiye Cumhuriyeti'nin 84. yıl dönümünü kutluyoruz. Önce, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, tartışılmaz lideri, Mustafa Kemal Atatürk'e, O'nun arkadaşlarına ve onlara destek olan Türk Milletine bu olağanüstü başarılarından ötürü şükranlarımızı sunmak gerekir. Böyle bir günde, kutlamanın yanı sıra güncel birkaç soruya göz atmakta yarar var kanısındayım; Türk devrimi neden ve ne zaman başladı?, Karşı devrim hareketleri neden güçlendi?, Türkiye Cumhuriyeti tehlike altında mıdır? Ve biz bu konuda neler yapabiliriz? Hemen hatırlayalım; bundan 84 yıl önce ülkemizde yapılan DEĞİŞİKLİKLER o denli büyüktü ki bunlar genellikle "BİR MİLLETİN YENİDEN DOĞUŞU" ya da "TÜRK AYDINLANMASI" diye anılır. Özellikle 1919-1923 yılları arasında yapılan değişikliklerin kapsamını, büyüklüğünü ve önemini anlamak için, ülkemizin ve diğer ülkelerin o yıllardaki durumunu göz önüne getirmek yeterlidir.
Hepimiz biliyoruz ki 600 yıl süren Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa'da oluşan DEĞİŞİKLİKLERE uyum gösteremedi. Bu durum aklımıza bir soru getiriyor. Bir zamanlar diğer ülkelere HOŞGÖRÜ öğreten böylesine muhteşem bir imparatorluk, nasıl oldu da bilimi dışlayan ve değişiklikleri kabul etmeyen bir ülke haline geldi? Buna kısa cevap sudur: çünkü Osmanlılar BİLİMSEL BİLGİ üretmediler ve dünya sorunlarını çözmek için MANTIKLI düşünceden uzaklaştılar.
Sorunsuz toplum düşünülemez. Bu normaldir ve beklenen bir şeydir. Önemli olan sorunların toplumca nasıl algılandığı, tartışma yöntemlerinin varlığı-yokluğu, ve çözüm olanaklarının nasıl araştırıldığıdır. Sadece AÇIK TOPLUMLAR (ve bireyler) kendi sorunlarına çözüm bulabilirler. Düşünüme alışkanlığı olan, ayrıksı görünse bile, düşünen bireylerini öldürmeyen, dinsel ya da din-dışı hiçbir otoriteye boyun eğmeyen, bilgi kaynağı olarak bilimi kullanan toplumlar açık toplumlardır. Osmanlılar zamanla KAPALI BİR TOPLUM haline dönüştüler ve bu da imparatorluğun sonunu getirdi. TÜRK DEVRİMİ, Müslüman ülkeler arasında, açık bir toplum yaratmaya yönelen ilk olaydır (BİR UYGARLIK PROJESİ, GİRİŞİMİ ATILIMIDIR). Bu devrimin liderleri başarılı oldu; çünkü onlar MANTIKSAL (RASYONEL) DÜŞÜNEN insanlardı. Onlar, toplumsal devrimin gerektirdiği her şeyi yapmışlardır. Burada sadece birkaçını belirtmek yeter sanıyorum: Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmışlar, alfabe değişikliğini yapıp okur-yazar oranını artırmışlar, kadın hakları ve eşitliğini sağlamışlar ve eğitimle ilgili daha bir dizi devrimler gerçekleştirmişlerdir. Kimilerinin sandığı gibi tüm bu çabalar sadece bir "BATILILAŞTIRMA" hareketi değildi. Buradaki temel değişiklik "Hayatta en gerçek yol gösterici" olarak "ilimin" kullanılmasıdır.. GERÇEK hem BİLİM hem de DEMOKRASİ'nin temelidir. Bilim ve demokrasi yalnız ve yalnız, SORGULAYAN BİR KAFA ile mümkündür. Böyle bir kafa yapısı, tüm DOĞMATİK DÜŞÜNCELERE karşıdır, ister dinsel, ister din-dışından olsun.
Şimdi başlangıçtaki sorularımızdan birine gelelim: Türkiye Cumhuriyeti tehlike altında mıdır? Buna cevabım şudur: EVET, başlangıçta öyleydi, şimdi öyle ve gelecekte de bu tehlike sürecektir. Peki Türkiye Cumhuriyeti'ne kimler saldırıyor ? Bence, dış düşmanları bir yana bırakırsak, bunlar şöyle tanımlanabilirler: Değişimden korkanlar, İlgisiz/tepkisiz yaşayanlar, Rasyonel (mantıksal) düşünme alışkanlığı olmayanlar ve Dogmaların rahatlığı içinde yaşayanlar.
Peki biz buna karşı neler yapabiliriz? Sizlere mesleğim olan bağışıklık biliminden (immunoloji) benzetmeler yaparak bir yanıt sunacağım. Biliyorsunuz, vücudumuz mikroorganizmalar denizinde yüzmektedir. Ağzımızdaki, burnumuzdaki, derimizdeki ve bağırsaklarımızdaki tüm mikropların sayısı, kendi vücut hücrelerimizden kat kat fazladır. Sağlıklı kalmamızın tek nedeni bizim iki çeşit savunma sistemine sahip olmamızdır (bağışıklık). Bir tanesi atalarımızdan kalıtsal olarak gecen "DOĞAL" bağışıklık sistemidir (buna evrimin bir armağanı denebilir). Diğeri ise sonradan "KAZANILMIŞ" bağışıklıktır; bunu herkes içinde bulunduğu çevre/ortamın gereklerine uygun bir şekilde geliştirmek zorundadır. Bu iki sistemden birindeki en ufak bir bozukluk, mutlaka bir hastalığa yol açar. Size garanti veriyorum ki, eğer bir ülkede işlevsel ve SAĞLIKLI bir DEMOKRASİ varsa, bunun nedeni iç ve dış mikropların yokluğu değildir; aksine bunun nedeni o ülkede demokrasinin hayati organlarını koruyan mekanizmaların varlığıdır (Laiklik, ifade özgürlüğü vb. gibi). Vücudumuzun ve toplumların sağlığı, buna bağlıdır. Bu bir "olmak ya da olamamak" sorunudur.
Simdi gelelim şu sorumuza: 84 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ne kadar sağlıklıdır? Kişilerin demokratik haklarına karşı hoşgörümüzde artma var mıdır? Tüm dogmalara karşı (en başta dinsel) tepki gösterebiliyor muyuz? İç ve dış sorunlarımızı nasıl çözüyoruz? Akılla mı, akıl dışı yöntemlerle mi? Norveçliler çok karmaşık bir sorunla karşılaşınca şöyle derlermiş: "Bir de Atatürk gibi düşünelim". Biz de Atatürk'ü böyle algılıyor muyuz? Ben, bu 84. yıldönümünde karşı devrimcilerin kazanmış gibi görünmesine rağmen, milletimizin her türlü sorununu çözme yeteneğine sahip olduğuna ve bu yolda ilerlediğine inanıyorum. Kötümser olmaya gerek yok, çünkü gittikçe daha AÇIK TOPLUM oluyoruz. Açık toplum olarak sorunların çözümünde MANTIK kullananlarla-kullanmayanlar tartışmaya başladılar. Düşünce özgürlüğünü savunuyoruz. Şu anda devrim karşıtları bunu daha iyi kullanıyor. Hatta karşıdevrimcilerin sayısında artma var gibi görünüyor. Ama bu doğru mudur? Bence en büyük artış "beceriksiz sözde devrimcilere" ve Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan, ekip kuramayan, yıllardır iş yapamayan kişi ve partilere güvenmeyenlerin sayısındadır. Bu "sözde devrimcilerin" Türk halkının gözünden düştüğünü gösterir, devrimin değil. Bence Türk halkı her yönüyle demokratik gerçekleşen son seçimlerde kaybedenlere unuttukları bir şeyi anımsatmak istiyor: Halkını sevmek, ekip halinde ve çok çalışmak ve toplumsal dayanışmayı sağlamak. Kurtuluş Savaşı'ndaki o eşi görülmemiş işbirliğini sağlayan Türk halkı ve onun bağrından çıkardığı aydınları aynı başarıyı yakalamak zorundadır.
Böyle bir yıldönümünde vatanı için her şeyini veren yurtsever atalarımıza en büyük şükranlarımızı sunarken, sözü 84 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran öndere bırakıyorum: "Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır". (¹)


Kaynaklar:
1. Sansal, B. Turkish facts and statistics. www.allaboutturkey.com
2. Ataturk Society of America: Washington DC,
www.ataturksociety.org
3. Popper, K. Open Societies and its Enemies, Routledge, 1966.
4. Ozankaya, O. Secularism in Turkey: Paper presented at Venice, Italy, 1993.
5. Kalipci-G.İ. Atatürk, İçimizden Biri, 2004.


DİPNOT(¹) Bilim Teknik 09.11.2007 / Şefik Sanal Alkan

Hiç yorum yok:

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...