Sayfalar

30 Mayıs 2008

YANILTMA USTALIĞI BİLİMSEL OLABİLİRMİ?...

“Bilim insanının ayırt edici özelliği, gerçeği aklın süzgecinden geçirmesi ve önyargılardan, üstünkörü değerlendirmelerden kaçınarak önümüzü aydınlatması ve sözüne-yazısına güvenilir olmasıdır; çünkü eksik ya da yanlış bilgilendirmenin yol açtığı olumsuzluklar, toplumsal ortak paydayı güçlendirmek yerine parçalanmayı hızlandırıyor. Ünlenmiş bilim insanlarının yanıltıcı yayınlarını kendi çalışmalarına dayanak olarak alan öteki bilimciler de değerli yıllarını, emeklerini boşa harcamış oluyorlar; bir tür yanlışa yönlendirme zinciri oluşuyor.
ABD’de geçirdiği uzun yıllardan sonra ülkemize dönen bir ünlünün ne türlü yanılgılara neden olabileceğinin güzel bir örneği, onun Saidi Nursi çalışmasıdır. Cemal Kutay, kendisinin de sonradan açıklayacağı gibi, görmeden, konuşmadan araştırmadan bir kitap yazar. Nursi sempatizanı bir başka yazar Kutay’a güvenir; yanlışla doğruyu, olmuşla olmamışı karıştırıp yüz binlerce gence ulaştırır. Yanıltıcı bilgi giderek kitlesel inanca dönüşür.
Amerika’da yaşayan ünlü toplum bilimci de devreye girer. Kutay’ın ve öteki yazarın yayınlarına dayanarak İngilizce kitabını yazar. Yanıltıcı bilgi, özensiz ya da Türkiye üstüne bir tür hesabı olan bilimciler ve yazarlarca uluslararası bir yanıltma kaynağına dönüşür.
Ünlü toplumbilimci bilimsel dilin olanaklarını zorlayarak meczup yaratma sürecine önemli katkı sağlar. Yazılanlar ibret belgesi gibidir.
“1890’lara gelindiğinde Said Nursi’nin üst düzey okullar için hazırlanmış olan logaritma, telefon, kozmografya, sınai kimya, geometri, evrenin oluşumu, inorganik kimya analizi, beslenme, zooteknoloji, doğa tarihi, fiziki antropoloji gibi kitapları inceleme imkânına sahip…”.
Ünlü bilimci kitapçılarda ve kitaplıklarda bulunan tüm basılı malzemeyi “okuma imkânına sahip” olma olasılığını bilimsel bilginin kaynağı olarak göstermekle kalmaz; Saidi Nursi’yi padişaha danışman yaptıktan sonra onu fen ve toplum bilimlerini özümsemiş bir eski zamanlar filozofu düzeyine yükseltmeyi şu satırlarla dener:
“Bunların yanı sıra Said Nursi, fizyoloji konusunda yazılmış teknik incelemelerden biri olan İnsan’da, insan anatomisi konusunda verilen bilgileri ya da Beşer adlı kitabı okumuş olabilir… Atomların Hareketlerinde Meydana Gelen Değişimlerin Kuralları başlıklı bir metine de göz atmış olabilir… Dünya tarihine ilişkin çeşitli kitapları da okumuş olabilir. Ahmed Rasim’in Arapların Terakkiyat-ı Medeniyesi’nde yer alan ve İslamiyet’in gerileyişini açıklayan tezleri izlemiş olması; ünlü gazeteci Ahmed Midhat Efendi’nin Terakki’ye ilişkin görüşlerine başvurmuş… olması mümkündür.”
Necmeddin Şahiner Nursi’ye ‘matematik’ kitabı yazdırırken, ünlü toplumbilimci daha da ileri gider ve ‘cebir’ kitabı yazdırır. Bunu yaparken bırakınız tanıklar ve kanıtlar aramayı, her yerde satılan kitaplarda Said-i Nursi’nin kendisinden söz ederken “burada yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmi” dediğini yani okur ama yazmaz olmasını açıkladığını görmemiş olur.
Daha bunlara benzer belgesiz, kanıtsız yüzlerce satır yazan toplumbilimciyi durup dururken anmış değiliz. Bu ünlü kişi son günlerde “uluslararası sosyolog” olarak toplumu, siyasetçileri yönlendirmeye çalışıyor. Onun, yoktan var edilen kurumlarıyla, bilim adamlarıyla yüzlerce yıllık köhnemiş karanlığı yakan Cumhuriyetimizi temelsiz göstermesine ve “Mahalle baskısının iç dinamiklerine tam olarak vâkıf olamadım. Biz Türkiye’yi çok iyi tanımıyoruz. En önemli saydığım ‘iyi, doğru ve güzel’ hakkında Kemalizmin bir zaafı var” dediğine tanık oluyoruz.
“Türkiye’yi çok iyi tanımıyoruz” derken kendisini de işin içine katmış mı bilmek isterdik; çünkü yukarda İngilizce kitabından verdiğimiz örnekler onun tanımaya verdiği değeri göstermektedir. Bilimselliği lekelemekle suçlanma olasılığını “olabilir” ya da “mümkündür” ile biten cümlelerle önlemeye çalışması da, yurttaşlarımızı en hafif deyişle “saf” yerine koymasından mıdır?
“Saf” yerine konulmak deyince bu ünlü toplum bilimci Şerif Mardin’in Amerika’daki “The Abant” toplantısından yıllar önce Army-Navy Club’da (Deniz Kuv. Klübü) ABD Devlet Araştırma ve İstihbarat Bölümü’nden Henry Barkey’in yönettiği basına kapalı toplantıya katıldığını anımsamamak olmazdı. O toplantıda Mark Grossman, Kemal Kirişçi (Boğaziçi), Hakan Yavuz, Ahmet Evin (Sabancı Ünv. Dekan), Sabri Sayarı (Sabancı Unv. RAND raportörü). O. Cengiz Çandar gibi ünlüleri de Türkiye yakından tanıyor.
Umarız ki Hz. Ali soyundan geldiğini özenle belirten ünlü toplum bilimci Şerif Mardin gün olur bu tür toplantıların bilimselliği hakkında bizi aydınlatır da, Amerika’daki Türkiye’yi çok yakından tanırız. Onun Türkiye Bilimler Akademisi’ne kabul edilmemesi serüveniyse ulusalı aşan bir başka serüven.”
Not: “Böylece ‘Meczup Yaratmak kitabını keşke 10 yıl önce yayımlasaydınız. Doktora tezimde referans gösterirken özenli davranırdım; şimdi endişeliyim’ diyen Sosyoloğ’a özür borcumu yerine getirmiş oluyorum.”
______________ Cumhuriyet / Ali Sirmen...

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...