Sayfalar

23 Şubat 2008

Akarsuya bırakılan mektup...

(...)
Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç
o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik bitti
o elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
günler devlet alacağı, yıllar bir kadehçik buzlu rakı
oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı
nerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu
gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç...


Hasan Hüseyin Korkmazgil

Vizesiz gidilen Fransız 'Brasserie'si: La Brise


Sevgili dostlar,
Bir süre yoğun etkinliklerim dolayısıyla sizlerden ayrı kaldım. Olağan ritmime döndüğüme göre, yine bu köşede size yurdun dört bir yanından ve yurt dışından seçtiğim yerleri sunmayı sürdüreceğim.
Birkaç aylık aradan sonra, bir zamanlar İstanbul'un bohem merkeziyken (Fikret Adil o dönemi unutulmaz "Asmalımesçit 74" kitabında anlatır), şimdilerde yeniden doğan ve yine kentimizin en seçkin yeme içme mekânı haline gelen Asmalımescit'teki en yeni yer "La Brise" ile başlayacağım.
La Brise Fransızca'da meltem ve aynı zamanda imbat anlamına geliyor. Adı bu olan mekân da, klasik Fransız "brasserie" lerinin en güzel örneklerinden birini oluşturuyor.
Brasserie "bira yapan yer" demek. Ama artık Paris'in onsuz olmazlarından biri haline gelen bu mekânlarda, bira yapılmıyor da, bira da satılan mönüsü kısıtlı, özellikle choucroutte denilen, Almanların "sauerkraunt" larının muadili olan, Alsace kökenli ekşi lahana, sosis, jambon veya domuz paçası ile yapılan yemekleriyle ünlü mekânlardır.
Brasserie'lerin, Paris'te yaygınlaşmasını, Fransızların Almanlara yenildikleri ve Alsace ­ Lorraine bölgesini yitirdikleri 1871 savaşına borçluyuz. O yenilgiden sonra Alsace'dan göçenlerin Paris'te kurdukları brasserie'ler büyük üne kavuştular ve günümüze kadar da bunları sürdürdüler.
Doğrusu son yıllarda, hepsi zincirleşen braserrielerin eski tatlarını yitirdiklerini belirtmeliyim. Benim hâlâ devam ettiğim iki brasserie ise Bd. St. Germain'de ünlü kilisenin karşısındaki Lipp ile Champs Elysee'yi kesen sokaklardan Colisee'deki Boeuf Sur Le Toit (bu sonuncunun özellikle deniz ürünleri ve balıkları çok iyi).
LA BRİSE'DEKİ BİRA ÇEŞİDİ HİÇBİRİNDE YOK
Ama hemen belirtmek isterim ki, Paris'te çoğu Belçika kökenli birahaneler dışındaki klasik brasserie'lerin hiçbirinde La Brise'deki kadar çeşitli ve kaliteli bira yok.
La Brise'de aralarında bizim yerli Efes ve onun buğday birası Gusta'nın yanı sıra, Amerikan, Brooklyn Lager, İskoç Belhawen (7 ve 8,5 derecelik olmak üzere iki çeşit), Çek Budweiser (hem de sahicisi), Belçika nın ünlü Duvel'i (mart ayında başlayacak) Almanların ünlü buğday birası Erdingen ve mutlaka denenmesi gereken isli birası (Rauchbier) Aecht Schelenzerla'sı da bulunan 23 çeşit bira var. Bunlara mart ayında Duvel ile birlikte eklenecek olan 2 keşiş birası (abbaye) Maredsous 6 ve 8 derecelik iki birası da eklenecek ve çeşit 25 çıkacak.
KLASİK MÖNÜ
La Brise'de klasik brasserie mönüsü var. Antrelerden soğan çorbasını, mayonezli kereviz salatası eşliğinde, posciutto'yu, bizim Akdenizli damak tadımıza uyan nisuaz salatasını, şarkütöri tabağını, karamelize soğan tartöletini, eğer İstanbul'un kirlenmiş denizinden hala korkmuyorsanız, çok lezzetli olan şarapla ve soğanla haşlanmış midye olan moule mariniere'i deneyebilirsiniz.
Yemeklerde, yukarıda sözünü ettiğim Alman ­ Alsace kökenli Choucroutte'u, çiğ kıymayla yapılan ve bir brasseri klasiği olan steak tartare'ı, nane soslu kuzu pirzolayı, soğan marmelatlı dana ciğerini, bearnaise soslu, ızgara bonfileyi, turistlerin rağbet ettiği karamelize edilmiş elma ve elma soslu domuz gerdanını, safran soslu ızgara somonu, yine bir brasserie klasiği olan kızarmış patatesli kontrfileyi ya da, 200 gramlık gerçek hamburgeri tadabilirsiniz.
Tatlılar arasına neden creme brulee'yi katmadıklarını doğrusu pek anlayabilmiş değilim. Ama listedeki diğer tatlılardan dostlarımın memnun kaldıklarını vurgulamalıyım.
ZENGİN KAV
La Brise'in kavı yani şarap mahzeni de çok zengin. 42 liradan başlayıp bin 153 liraya kadar uzanan bir skala içinde, bizim bağlarımızın güzel ürünlerinden başlayarak, Fransa'nın seçkin St.Esteffe'lerine, St. Emilionlarına, Grave'larına kadar her türü denemek olanağınız var.
Şarap mönüsünün zenginliği ve kimi şarapların fiyatları gözünüzü korkutmasın.
Her zaman tattığım Doluca Özel Kav, Boğazkere Öküz Gözleri, Sarafin Chardonnay ya da fumme blanc'larını, şişesi 45 ­ 70 ­80 liraya açtırabilirsiniz.
Bunların yanı sıra, yine çok makul fiyatlara Şili Valdevesio'ları var. Ama ben aynı fiyata olan bizimkileri tercih ediyorum.
HEPSİNDEN ÖNEMLİSİ
Bütün bunlar yetmediyse, hepsinden önemlisi, artık Fransa'da zincir haline gelmiş olan Brasserie'lerin aksine, La Brise, ardında, sahibi olan şef Esen Hünal'ın, daha doğrusu ablasından anne babasına kadar bütün Hünal ailesinin çok değerli birikimlerinin bulunduğu çok itina edilen özel bir yer.
Gerek Brasserie'nin gerekse, hemen yanındaki barın dekorasyonundaki özen ve gusto hayranlık verici. Bembeyaz kıtır kıtır örtüler, bembeyaz uzun önlüklü garsonlar, insanı, kapıdan içeri girer girmez, bir anda, Asmalımescit'ten alıyor ve Fransa'nın en seçkin brasserie'lerinden daha otantik, daha özenli, daha çeşidi bol gerçek bir mekâna sokuveriyor. Hem de vizeye ve de yorucu bir uçak yolculuğuna gerek kalmadan....
La Brise'e gittiğinizde, önce bara uğrayıp biraları ya da yine çok seçkin çeşitleri olan malt viskileri tatmanızı, sonra kavı ziyaret ederken, daha çocukluğundan aile geleneğinden edindiği damak tadı ve özenini geçen yıl bitirdiği Londra Aşçılık Okulu eğitimiyle taçlandırmış, gencecik şef Esen Hanım'ı mutfakta çalışırken görmenizi (kendisi zaten yemeğinizden sonra sizi masanızda ziyaret edip izlenim ve eleştirilerinizi almayı ihmal etmeyecektir) sonra masanıza geçmenizi öneririm.
Bu denli seçkin ve özenli bir yerde, kapıdan dönmek zorunda kalıp da düş kırıklığına uğramamak için epeyce önceden rezervasyon yaptırmanız gerektiğini hatırlatmama gerek var mı?...

LA BRİSE: ASMALIMESCİT 28 TEPEBAŞI. TEL. (0212) 244 48 46
Hafta Sonu 23.02.2008

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...