Sayfalar

25 Kasım 2007

İŞGAL ALTINDA ÜLKE...

İşgal Altında Ülke...
Bir ülke hem de büyük boyutlu bir ülke, tek kurşun atılmadan işgal edilebilir mi? Teslim alınabilir mi? Herhalde tarihte tek kurşun atılmadan işgal edilen ülke sayısı, teslim olan ülke sayısı çok azdır. Hele hele büyük bir ülke yoktur. Eğer varsa tarih bilgimin yetersizliğine verin.
Bir ülke işgal edildiğinde ne gibi gelişmeler olur? Şöyle bir düşünelim.
Yasal değişiklikler yapılır. Yasalar işgalci gücün talimatı, buyruğu, isteği doğrultusunda değiştirilir, yeni yasal düzenlemeler yapılır. Örneğin IMF reçetesine uygun olarak yeni yasalar, on beş günde on beş yasa çıkarılır. AB'ye uyum yasaları ivedi olarak geçirilir. Çıkarılacak yasalar konusunda ABD'den, AB'den, IMF'den, Dünya Bankası'ndan ön onay alınır.
Kurulmakta olan düzene meşruiyet, yasallık kazandırılmak üzere, yeni anayasa hazırlanır. Egemen güçler, birey haklarına saygılı, demokratik hakları genişleten (!) işgalden önceki düzenlemeleri ortadan kaldıran bir anayasa şablonu verirler. Anayasa önce egemenliği halk adına kullanan meclisten geçirilir; ardından katılımcı ve demokratik bir şekilde halkoyu ile kabul edilir. Böylece fiilen de facto kurulan düzen, meşru, anayasal bir düzen haline gelir.
Ülkenin geleceğini karartmak, üretim gücünü kırmak, halkı işsizliğe, işsizliğin getirdiği umutsuzluğa sürüklemek için tütün, şeker, tohum gibi yasalar çıkarılır. İşgal edilen ülkenin tarımsal olarak ne üreteceği, ne kadar üreteceği, hangi tohumları kullanacağı belirlenir. Kontenjanlarla, kotalarla sınırlar konulur. Gıda maddeleri açısından da ülke dışa bağlanır.
Ülkenin kamusal varlıklarına, özelleştirme kapsamında el konulur. Bu el koymada, işgali kolaylaştıran yerli işbirlikçilere de gerekli pay, ödül verilir. Yabancılarla ortak yerli girişimciler de kamusal varlıkların yağmasında, özür dilerim paylaşımında, işgalci güce yaptığı katkı oranında pay alır. Ülkenin en güzel yerleri, işgalci güç vatandaşlarının ya da yerli işbirlikçilerin yaşamlarına ayrılır.
Ülkenin altyapısı, limanları, karayolları, enerji üretim tesisleri, dağıtım tesisleri, barajları, egemen gücün ya da işbirlikçilerin denetimine geçer.
Ülkenin gelecekte nasıl bir ekonomik politik izleyeceği konusunda egemen işgalci güçlerin direktifi ile niyet mektupları düzenlenir. Bütçe dahil önemli ekonomik politika araçları, işgalci gücün ön onayından geçirilir. Uygulamada sapmalar olursa, işgalci gücün müdahalesi ile anında düzeltilir ve ülke cezalandırılır.
Finans sistemi, bankaları ile, borsaları ile, sigorta şirketi ile işgalci gücün denetimine girer. Gerekirse, özerk (!) komiteler kurularak bu denetim gerçekleştirilir. Bankalarda yabancı payı yüzde 50'ye yaklaşır, eğer fırsat bulunup bir-iki kamusal banka daha özelleştirilirse (!) sistem tümüyle işgalci gücün eline geçer. Borsada yabancı payı yüzde 70.0'i aşar. Artık borsa işgalci güçten gelecek ekonomik göstergelere, verilere göre yön alır.
Maden, petrol yasaları ile ülkenin doğal zenginliklerine de el konulur. Bu bağlamda, işgalci gücün hakkını yemeyelim, işgal edilen ülkeye de, özellikle yerli işbirlikçilere de ufak da olsa pay ayrılır. Bu bağlamda çevre bozulur, altın çıkarıyoruz, arıyoruz diye toprak, doğa kirletilirse ne gam; işgalci gücün şirketlerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin çıkarı öncelikle karşılanır.
Önemli orunlara, mevkilere, işgalci gücün onayladığı, önerdiği, çekince koymadığı kişiler atanır. Eğitim sistemi ulusal niteliğini yitirir; özel okullar ile, vakıf üniversiteleri ile egemen işgalci gücün planı doğrultusunda kurulmakta olan düzenin insan kaynağını yetiştirmeye yönelir. Yerli işbirlikçilere, katkılarının karşılığı olarak eğitimde dinsel öğelere de yer verilir. Dinin işgalci gücün öngörüleri doğrultusunda yönlendirici bir araç olarak toplumsal yaşamın her alanında etkisini arttırır.
Dış ilişkilerde egemen gücün işaretparmağına bakılır. Gelecek direktifler, verilecek izinler, icazet doğrultusunda hareket edilir. Egemen işgalci güce tam bağımlı bir dış politika izlenir. İşgalci güç, tek başına gerçekleştiremeyeceği ya da gerçekleştirdiğinde tepki görecek girişimlerini, politikalarını, artık uydusu olan güdümündeki ülke aracılığı ile yürütür.
İşgalci güç toprakları alıp götürecek değil ya, avutulan halkı da oyları ile gerekli desteği esirgemez. Tek kurşun atılmadan teslim olan, işgal altına giren ülkenin halkına kocaman bir alkış diliyorum.

___Cumhuriyet 25.11.2007 / Öztin Akgüç...___

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...