Sayfalar

21 Şubat 2008

DİN VE ÖZGÜRLÜK... DİN ÜZERİNDEN ÖZGÜRLÜK YARATILAMAZ...


Dinler; toplumsal hareketlerin zihne ve daha sonra da yaşama yansıtılmış biçimleridir.
Tanrısal kavramlar; yeryüzünden gökyüzüne, oradan yeniden yeryüzüne aktarılırlar.
Böylece topluma yeni bir şekil verilmek istenir.
İslam dini ve Hıristiyanlık bu alanda başarılı olmuş akımlardır.
Gel gör ki kaynağını Tanrısal düzene dayayan din sistemi; derhal değişmez kalıplar oluşturur.
Bu katılaşmış ve şekli belirlenmiş kalıplar dışına çıkmak da dinin dışına çıkmak olarak algılanır ve çıkanlar da cezalandırılır.
Önceleri akıldan yansımalar taşıyan dinler; kurumlaştıktan sonra aklı dışlar. Bunun yerine inancı oturtur...
İnanç, akıl ile açıklanamaz.
İnançlı olmak, toplumsal yaşamın dayattığı zoraki bir tercihtir. Bu tercihte, insanoğlunun bilinmeze duyduğu ilgi ve bilinmezden korkması da etkili olmaktadır.

ÖZGÜRLÜK NEDİR?
Özgürlük; insanoğlunun doğaya egemen olmasıdır. Bunun için aklını ve deneylerini kullanıp dünyanın efendisi haline gelmek gerekir. Böyle olmasa idi; insanlık; hayvanlar aleminin içgüdüyle davranan bir parçası olarak kalırdı; belki de yok olurdu.
İnsanoğlunun bilinçli biçimde doğayı değiştirme ve ona hükmetme eylemi; onun özgürleşmesi olmuştur.
Gelişen toplumsal yapılar içinde; devletler ortaya çıkmış; yönetici tabaka ile yönetilen geniş yığınlar oluşmuştur. Toplumsallaşma ile birlikte özgürlük; toplumsal alana daha fazla yakınlaştırılmıştır.
Bugün de özgürlüğü; kişinin ekonomik ve sosyal alanda kısıtlamalardan kurtularak yaşaması gibi tanımlamak mümkündür. Gel gör ki her toplumsal sistem; bir düzen üzerinde yükselir. Bu yüzden özgürlükler ile kurulu düzen arasında otomatik bir bağ da vardır.
İnsanoğlu; kurulu düzene bağlılığını azaltan gelişmeleri de özgürlük mücadelesi gibi görmektedir.

DİNLER ENGELDİR...
Dinler; kurumlaştıktan sonra katı şekillerden ibaret değişmez yapılar haline gelirler. Bu yüzden de düzenin devam ettirilmesinde birinci derecede araç olarak kullanılırlar. İslam dünyasında din; şeriat adı altında formüle edilmiştir. Şeriat; feodal yaşam biçiminde konulmuş hukuk kurallarıdır. Bu kurallar; Kuran'a ve hadise dayandırılırlar. İşin içine ortaklaşa oluşturulmuş toplumsal değerler (icma-yı ümmet) ve alimlerin yorumları (kıyas-ı fukaha) da sokulur ve böylece bir hukuk sistemi oluşturulur.
Bu hukuk sistemi, kendisinin Tanrısal olduğunu kabul ettirir. Örneğin; toplumun en baş yöneticisi olan padişah; 'zıllullah' yani 'Allah'ın yeryüzündeki gölgesi' olduğunu söyler ve şeriat sistemi de bunu onaylayıp korur. Böyle olunca da toplumdaki özgürlük istekleri; Allah'ın iradesine karşı gelmek gibi olur. Osmanlı Devleti'nde düzene karşı çıkanların genellikle mülhid ilan edilerek yok edilmelerinin gerekçesi budur.Batı dünyasında egemen olan Hıristiyanlık'ta da papalar ve krallar, kendi egemenliklerini Allah'ın isteği ve iradesi gibi göstermişler; toplumu böylece boğmuşlardır.
***
Sosyal tarihe biraz ilgi gösterenlerin bildiği gibi; insanlık tarihi; bir yerde dinlere ve dinleri kullanan egemenlere karşı verilen mücadelelerin tarihidir. Bugün; Türkiye'de yaşanan mücadele; aslında bu eski çatışmanın yeniden canlanmasından başka şey değildir.
Geçmişin padişahları ve halifeleri nasıl kendi despot yönetimillerini Allah'ın isteği olarak göstermişlerse; günümüzün tutucu siyasetçileri de kendi isteklerini Allah'ın birinci emri gibi sunmaktadırlar. Türban meselesi; özünde budur. Türban gibi katılaştırılan bir sembolü; özgürlüklerin 1. maddesi yapmak; özgürlük alanını açıkça çürütmektir. Bu sembol veya katı giysi üstünden özgürlük yoluna çıkmak mümkün olamaz. ***
İşin kötü tarafı belli olmuştur:

Türkiye'de gazeteleri ve televizynları kapatan aydınlar; dinsel talepleri özgürlük alanının bir parçası ve hatta temeli saymaya başladılar. Bu yönelim; gerçek özgürlük açılımlarını yok etmek üzere tasarlanmıştır.
Türbanlı kadınların, çalışma alanlarında insafsızca sömürüldüğü bir gerçektir.
Bu insanlar; emeklerinin değil türbanlarının mücadelesini yapar hale getirilerek sömürülmeleri yolunda pasifleştiriliyorlar. Türban; sömürüyü örterek; özgürlük alanının bir parçası ve hatta temeli saymaya başladılar. Bu yönelim; gerçek özgürlük açılımlarını yok etmek üzere tasarlanmıştır. Türbanlı kadınların, çalışma alanlarında insafsızca sömürüldüğü bir gerçektir. Bu insanlar; emeklerinin değil türbanlarının mücadelesini yapar hale getirilerek sömürülmeleri yolunda pasifleştiriliyorlar. Türban; sömürüyü örterek; özgürlük alanının önüne set çekiyor.

Bir kez daha hem akademisyenleri hem de sivil aydınları uyarıyorum:
Din üzerinden özgürlük alanı açmaya kalkışmak; dinsel dogmaları topluma giydirmek ve yedirmek demektir.
Bırakın din kendi yerinde kalsın; toplumu da akıl yönetsin...


Kaynak; Güneş Gazetesi, 21.02.08, Rıza Zelyut

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...