Sayfalar

23 Mayıs 2008

TÜRBAN KISKACI...

Kanımca Türkiye Ekonomisi yeni bir krize yaklaşıyor, bu krizi önlemek çok zor, nehirlerimiz ve birkaç parça değerli banka ve diğer bir iki kuruluş dışında satılacak bir şeyimiz de pek kalmadı. Halkın dikkatini ekonomik krizden çekip politik krize yoğunlaştırmak durumu bir süre daha idare edecek gibi görünüyor, sonrası Allah kerim.
Zaten Kürt kökenli milletvekillerimizden bazı hanımefendiler özerklik söylemlerini de arttırdı, demek ki hükümetimiz bir süre daha zaman kazanacak, bir süre daha halk ekonominin farkına varmayacak. Hele bir de Üniversitelerde 1980 öncesi benzeri olaylar patlak verirse keyifleri tam olacak. “Her bakımdan iyiye giden işler engelleniyor, tam AB’ye giriş yolları açılmışken laikler her şeyi mahvetti, ekonomiyi perişan ettiler, yabancı sermayeyi kaçırdılar” diye suçu atacakları yerler de hazır.
1970-80 arasını bir düşünelim, 70 sente muhtaç olduğumuz bizzat sayın Demirel tarafından söyleniyordu ki öğrenci olayları patlak verdi, solcu solcu ile inanılmaz kavgalar yapıyordu, genç militanlardan en aklı başında zannedilenler “Biz duyum aldık, bu kez ordu müdahale etmeyecek, en güçlü sol fraksiyon başa geçecek” diyorlardı. Bazı sağcı gruplar ise himaye görerek cinayet şebekeleri gibi çalışıyordu, Beyazıt’ta polis arabası içinde sakallı bir sivil zatın polise talimat verdiği olayları bizzat yaşadım, Eczacılık Fakültesi öğrencilerine bomba atılması olayını bombadan kıl payı kurtulan bir grup öğretim üyesi olarak yaşadık, sonra ne oldu, her şey bıçakla kesilir gibi bitti ve olanlar solcu öğrencilere ve bazı yazarlara, bazı aydınlara oldu, hocaların bazısı 1402 nolu yasa ile işinden alındı, bunlardan bir bölümü geri döndü, bir bölümü ise ülkemize küsüp gitti, bazılarımız en yakın arkadaşlarının ihanetine uğradı, mevkilerini, kürsülerini, derslerini kaybettiler, o yakın arkadaşlar ganimete hücum eden atmacalar gibi davrandılar.
Her ne ise bütün bunlar kötü idarenin, kötü sivillerin başımıza açtığı belalardı, o darbe ile başa geçen idare ise tamamen Amerikan hegemonyası altındaydı ve inanılmaz ölçüde dini kullanarak bu günlerin temelini attı. Sayın Evren’e ne çok uyarıcı mektuplar gönderdik, önce açıkca isim ve adres vererek, Fatih yöresinden başlayan irticayı anlattık, minicik kız cocuklarının başlarının örtüldüğünü, bazı kadınların çarşaf giydiğini ve yavaş yavaş irticanın gelmekte olduğunu.
Ne kadar saf olduğumuzu Amerikalıların Yeşil Kuşak teorisi ile birlikte fark ettik. Sayın Evren kendisine verilen rolü büyük bir ciddiyetle ve devamlı Atatürk adını kullanarak oynadı, bazı aydınlar ve kendine, ülkesine, Cumhuriyetimize inancı olmayan kişiler sayın Evren’e duydukları nefreti sanki bütün 1980 sonrası olayları o yapmış gibi Atatürk’e yönelttiler. Hem bu kişiler, kendilerine aydın diyenler hem de eğitilmemiş halkımız ısrarla 80 öncesi aynı tip politikacıları seçti, ufak rüşvetler, yaptıkları ufak hilelere göz yumulması, biraz erzak, biraz kömür onlara yetti de arttı bile.
Sonra, tabii daha önce de vardı ama, İmam hatip lise nimeti keşfedildi, ve inanılmaz bir yarışma başladı, hangisi birinci geldi bilemem, ama hepsi koşuya hevesle katıldı, sayın Demirel, sayın Evren, sayın Çiller, sayın Yılmaz, sayın Ecevit ve daha başka sayınlar. Hepsinin ürününü AKP iktidarı topladı. İmam hatipli kızlarımız 1980’li yıllardan beri öyle militan yetiştirildi ki şaşarsınız, hele en iyi niyetinizle bir laf söyleyin, hele neden örtündüklerini sorun, ama yalnız olun, çevrenizde kalabalı olmasın işiteceğiniz kaba sözlere ver hatta küfürlere şaşar da kalırsınız. Benim başıma birkaç kez geldi iyi biliyorum. Ayrıca bu kızların sözleri yetmedi kızlara göre helalleri olan erkek arkadaşları gelip kapılara dayanıp hocalarını tehdit etmekte hiç mahzur görmediler.
Bunları yaşadık, kimsenin şüphesi olmasın çok daha korkunçlarını yaşayacağız.
Üniversitenin önünde örtünün örtünün diye bize sopa sallayan ihtiyar adamcağızı, şeffafa yakın ince beyaz keten pantolon takımı içinde başını iyice bağlamış, yüzü, gözleri iyice boyalı genç kızı, çarşaflı, mavi gözlü ve kendisine dikkatlice bakan hanımlara Yeşilköy’de İngilizce küfür eden genç kadını, şu sıralarda İstiklal Caddesi’nde ikili üçlü dolaşan, kıkır kıkır gülen boyalı ama çarşaflı genç kızları görüp türban adı verilen bir örtünün masum okuma isteğinin mi yoksa Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yok edilmesinin mi sembolu olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Laik Cumhuriyetimizin ne kadar çok düşmanı varmış meğer, ve ne kadar çok düşman üretilmiş şu son 20-25 yıl içinde. Hani imam hatip okulları aydın din adamı yetiştirmek içindi, hani dinimizde kadın imam olmazdı (öyle ise bu imam hatipli kızlar da nedir?).
Bu okulların öncelikle kız kısımlarının kapatılması, kalan kısımlarının da müfredatının ciddi bir şekilde denetlenmesi gerekir. Belki alınacak öğrenci sayısı imam ihtiyacına göre ayarlanabilir. Eğer bugünkü gidiş aynen devam ederse değil Laikliğimizi kaybetmek yakında ülkemizi bile kaybedebiliriz.
Prof. Dr. Ayhan Ulubelen, İstanbul Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi ve Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) onur üyesi

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...