Sayfalar

6 Mayıs 2008

İSLAM, BİLİM VE KURTULUŞ...

Şöyle bir paradoks yaşıyor “İslamcı-Osmanlıcı”lar: İslam Dünyası’nın bir zamanlar (900-1500 yılları arası) dünya bilimine beşiklik yaptığını överek söyler ve yazarlar... Ama öte yandan da, bugün neden İslam Dünyası’nda bilimsel ve teknolojik üretimin en alt düzeylerde seyrettiğini izah etmez, edemezler.

Şu bağlantıyı da kur(a)mazlar: Bugün dünya üzerindeki 57 İslam ülkesi neden dünyanın en yoksulları arasında? (Bir kaç petrolcü dışında..)

Hele hele şu soruya hiç yanıt vermeye yanaşmazlar:

İslam Dünyası bir zamanlar bilimin, teknoloji üretiminin beşiği iken, dahası İslam Rönesansı Avrupa Rönesansına öncülük ederken, ne oldu da 1500-1600’lerden itibaren bir “karanlık çağ”a girildi: yoksullaşıldı, bilim ve teknolojide üstünlük Batı’ya devredildi, İslam Dünyası giderek Batının sömürgesi, yarı sömürgesi, pazarı, Batı bağımlısı oldu?

Acaba İslam Dünyası’nın, bilim ve teknoloji, özgür düşünce, felsefe, doğa alanını terk etmesiyle, bugünkü yoksulluğu, itilmiş ve kakılmışlığı arasında bir ilişki var mı?

İslam Dünyası’nda bilim ve teknolojide en önde olan ülke Türkiye! Gerçi Türkiye ekonomisini kendi ayakları üzerine oturtabilmiş değil, bilim ve teknoloji üretimini ekonomisinin hizmetine verebilmiş değil, sanayisinde bütün temel girdiler “çağdaş yabancı” ürün ve düşüncelere dayanıyor! Henüz büyük bir Batı pazarı konumunda!

Fakat yine de Türkiye pek çok alanda çağdaşlığa en yakın ülke!

Acaba bu özelliğimizin, Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte geçirdiği yarı aydınlanma devrimi ve bunun sonucu bilime verdiği önemle ilişkisi var mı?

Bunları şüphesiz “siyasi islamcılara” soruyorum!

Devam edelim: Acaba, Türkiye ve İslam Dünyasının “kurtuluşu” diye bir sorun var mı? Varolduğu kabul ediliyorsa, bu kurtuluşun esas olarak Batı ile en azından eşitlik ve eşitliğe yakın bir konuma gelmekle gerçekleşebileceğine inanıyor musunuz?

Refahın anahtarının “üretmek”te olduğunu, üretmenin ancak bilimsel ve teknolojik temelde ekonominin inşasıyla gerçekleşebileceğini; sanatın, felsefenin ve insanlığın kendini ifade edebileceği her alanda en üst düzey diğer etkinliklerin de bunun bir parçası olduğunu; herşeyin temelinde de özgür ve eleştirel düşünce yattığını hiç düşündüğünüz olur mu?

Acaba toplumu din temelinde yeniden örgütleme baskısı ve politikası, Türkiye ve İslam Dünyası’na “kurtuluş” mu getirecek, yoksa Batı karşısında daha büyük kölelikler mi?

ABD ve Batı karşısında Taliban türü karşı duruş ve çıkışlar mı “kurtuluş”, “bağımsızlık”, “refah” getirir, yoksa Batıyı üstün kılan araçlar ve gereçler mi?

***

İslamcılar bunların hiç birini, ana eğilim ve akım olarak, doğru dürüst tartışmıyor. Tartıştıkları tek şey, toplumun bu defa devlet ve toplum yönetimi olarak daha çok İslamileştirilmesi...

Ve bu politikalar, ancak daha çok ve daha büyük yoksullukların, köleliklerin, uşaklıkların, itilmişliklerin ve batının daha büyük pazarı olmanın kapısını açabilir ancak!

Veee Batılı hegemonyacıların, İslam Dünyasını istedikleri gibi, kendi çıkarları doğrultusunda evirip çevirmelerinin yollarını daha da çok genişletir, otobanlara dönüştürür ancak!

***

Peki ülkemiz “İslam Bilimcileri” arasında gerçeği gören ve algılayan, yazan çizen kimse yok mu?

Şüphesiz ki var!

Onlara tek tük de olsa rastlıyoruz.

Bu yılın başlarında Antalya Üniversitesi’nde yapılan “Atatürk, Din ve Laiklik” paneline katılan ilahiyatçılar örneğin onlardan bir kaçı!

Bu panelden gelecek sayımızda bahsedeceğim.

Biz Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergisi olarak, bu konuları tartışmaya açıyoruz. Doğan Kuban Hocamızın, tam da bu konuyu çalışan geçen haftaki derli toplu makalesinin biraz daha ayrıntılandırılmış ikincisini, bu sayımızda sunuyoruz.

___________Sevgili Orhan Bursalı'ya sevgi ve saygılarımla...

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...