Sayfalar

13 Nisan 2008

AYDINLANMA KARŞITLARI...

Türkiye'nin aydınlanmasına karşı olanlar ülkenin üzerine karabulut, karabasan gibi çökmüşler.
Türkiye ne ölçüde karanlıkta kalırsa kendi çıkarlarının o denli korunacağını, süreceğini düşünüyorlar. Ellerindeki olanaklarla ekonomik ve siyasal kısırdöngüler oluşturuyorlar; kısırdöngüleri, içlerinden daha da çıkılmaz hale getiriyorlar. Dinciler, emperyal güç işbirlikçileri ortalıkta dolaşan politikacıların neredeyse tümü, medyanın büyük bölümü, liyakatsiz ancak mevki kapmaya hevesli bürokratlar, dış ve iç destekle varsıl konumuna gelmiş işadamları, aydınlanma karşıtlarını oluşturuyorlar. Kimler aydınlanma karşıtı? Bu konuda ayraç, kimlerin Türkiye'de mevcut düzenin sürmesinden hatta daha da karanlığa gömülmesinden çıkarı, yararı olduğunun belirlenmesidir. Kimileri de aydınlanmadan yana gözükerek halk dalkavukluğu ile, demokrasi, insan hakları, liberal demokrat söylemleri ile aslında Türkiye'nin karanlıkta kalmasına alet oluyor, bu karanlık amaca hizmet ediyor, özetle mevcut düzenden şu ya da bu şekilde haksız yarar sağlıyorlar; toplumsal, ekonomik çıkar elde edenler Türkiye'nin karanlıkta kalmasına çaba gösteriyorlar. Biliyorlar ki, Türkiye'nin aydınlanması ile kendi çıkarları bozulacağından, haksız ekonomik, politik edinimleri ortadan kalkacağından liyakatleri ölçüsünde toplumda yer tutabileceklerinden ortadan silinecekler... Kendi geleceklerini korumak için her türlü araçtan yararlanıyorlar. Vaat, çamur atma, adam ayartma, din istismarı, göz korkutma, vatandaşın parası ile oy satın alma... Akla gelebilecek tüm araçları Türkiye'nin aydınlanmaması için kullanıyorlar. *** Türkiye'nin kararması, karanlıkta kalması onlar için bir yerde yaşam, ayakta kalma savaşı... Aydınlanmış bir ülkede boşluklarının, hiçliklerinin daha iyi görüleceğinden, daha iyi anlaşılacağından, toplumda gerçekte layık oldukları düzeylere ineceklerinden, haksız edinimlerin ortadan kalkacağından eminler, çıkarlarının nerede olduğunu görebilecek kadar uyanıklar... Aydınlanmış bir Türkiye düşleyin. Günümüz politikacılarından kaçı ortada kalabilir? Bürokratik kadroları dolduranların kaçı mevkiini, yerini koruyabilir? Medyayı dolduran kazip şöhretlerin kaçı, işlerini, kazançlarını sürdürebilir? Hatta büyük işadamlarının kaçı, başarılı işadamı havası atabilir? Beğeni kirliliği de yaratılan dezenformasyon, yanlış bilgilendirme kanallarının kaçı yayın yaşamını sürdürebilir? Hangi ABD veya AB yetkilisi, Türkiye'yi küçümseyen, sözde akıl öğretici beyanlar verebilir? Hemen hepsi silinir. Türkiye aydınlandığında kişinin sahtesi, kalp ile gerçek değerlerin ayrımı yapılır. Düzmeceler değil gerçek değerler ön plana çıkar. Türkiye'nin görüntüsü tümüyle değişir. Ülkenin saygınlığı artar; ülke içeriksiz, kandırmaya dönük kulak tırmalayıcı bağırtılardan, boş övünmeleri dinlemekten kurtulur. Çoğu TV kanalındaki geyik muhabbeti sona erer. Dinlenen müziğin kalitesi dahil beğeni düzeyi yükselir. İnsanımız maddi olarak değil manevi olarak da daha kaliteli bir yaşama kavuşur. *** Türkiye'nin aydınlanması, Türkiye'nin bağımsız, saygın bir ülke olarak yaşamasında güvencesidir. Aydınlanmış bir ülkede vatandaşlar, daha bilinçli olarak, daha özverili olarak ülkeye sahip çıkar, ülke yararlarını korurlar. Emperyal güçlerin, onların yerli işbirlikçilerinin sesyayarlarının sesleri etkisizleşir, kısılır. Aydınlanmanın ekonomik altyapısı, insanımızın sadaka ekonomisinden, kendi ayakları üzerinde durduğu, saygın bir işi olduğu, değer yarattığı bir ekonomik düzene geçiş oluşturur. İnsancıl bir yaklaşım gibi gösterilen sadaka ekonomisi, aslında ülkenin kalkınmasını, ülkenin aydınlanmasını engelleyen bir araç işlevini görmektedir. Özgürlük gibi gösterilen kara çarşaf, türban aslında Türkiye'yi karartmanın, karanlıkta bırakma niyetinin simgeleridir. Aydınlanmadan gerçek demokrasi olabilir mi? İnsan haklarına saygı gösterilebilir mi? Her alandaki yalan dolan olduğu gibi, türbanı başörtüsü gibi yutturmaya kalkışmak, özgürlük sembolü gibi nitelemek, kaba bir halk avcılığından, kandırmacadan başka bir şey değildir. Yabancı güç destekli, Soros fonlarından, AB fonlarından destekli aydınlanma olmaz. Her alanda olduğu gibi aydınlanmanın da düzmece yandaşları vardır. Onlar için amaç, gerçekten halkın aydınlanmacı değil, aydınlanma görüntüsü altında aydınlanma çabalarını saptırmaktır. Aslında düzmece aydınlanmacıları da aydınlanma karşıtları arasında saymak gerekir. Savaşım, Türkiye'yi aydınlatma girişimi ile Türkiye'yi karanlıkta bırakmaya çabalayanlar arasındadır.

İKİSİNİ DE EYVALLAH...

İkisine de Eyvallah...
Dur bakalım, şimdiden merak etmeye başladım.. Yarın hekim takımı beni kesip biçecek, kolay iş değil, delip dikecek, ya da ben cahil kafamla öyle sanıyorum; peki ne olacak, gözümüzü tekrar açacak mıyız, yoksa ayvayı yiyecek miyiz?..
Arabayla asfalt yolda giderken birden karşına bir levha çıkar:
"Yol kapalı."
Bozulursun..
Ama yapacağın bir şey de yoktur.
Bugün pazar!..
Pazartesi günü yürekten ameliyat olacağız, söylenenlere bakılırsa epey gıllıgışlı bir operasyonmuş, nalları havaya dikersek bozulmayalım, olur böyle şeyler...
*
Son haftalarda "nalları havaya dikmek" deyişini çok kullanmaya başladım. Benim hoşuma gidiyor; kimisi sevimsiz buluyor; ama, Türkçe mizahın başyapıtlarından biri...
İnsanlarla hayvanlar arasında eşitlik de sağlıyor...
Bektaşi'ye demişler ki:
- Nalları havaya dikenin nesine bakarsın?
- Sırtına.. demiş..
- Nasıl?
- Ya eyeri vardır, ya semeri...
Baba Erenler sınıfsallığı son nefeste bile unutmuyor, aşkolsun...
*
Gerçekte "nalları havaya dikmek" eğlencelidir, matraktır; ama, bizim temel felsefede böyle şey yok..
Ne var?
Ne olacak:
Enelhak...
Hiçbir din felsefesinin erişemediği bir öz...
Varlığın, evrenin, ruhun, maddenin, yerin, göğün, yaratanın, yaratılanın özdeşleştiği buluşmanın, birleşmenin, birliğin, tümleşmenin, eriyip kaynaşmanın dile daha yetkin ve güzel yansımasını düşünmek bile olanaksız...
Ortalıkta ne nal var..
Ne semer..
Ne eyer..
Neyin ne olduğunu bilen bilir, kimsenin kimseye malumatfuruşluk yapmaya hali yok, ayvayı bu dünyada yediğin zaman her şeyi anlarsın, edebiyata gerek yok...
*
Erenlere sormuşlar:
- Allah neden ölmüyor?..
Yanıt:
- Onun Allah'ı yok da ondan...
*
Eskiden Adana'da kafası kızan, Allah'a söverdi...
Ama bu Allah, kişinin öfkelenip bozulduğu keratanın Allah'ıydı:
- Ulan, senin Allah'ını, peygamberini, kitabını, cüdamını, yedi sülaleni, yetmiş yedi ceddini, vesaire...
Cevap:
- Ulan, ben de aynen seninkini...
Sonra?..
Ya bıçaklar oynaşır..
Ya ayırırlar..
Şimdi kaldı mı bilmem, böyle öfkeler...
*
Dur bakalım, şimdiden merak etmeye başladım.. yarın hekim takımı beni kesip biçecek, kolay iş değil, delip dikecek, ya da ben cahil kafamla öyle sanıyorum; peki ne olacak, gözümüzü tekrar açacak mıyız, yoksa ayvayı yiyecek miyiz?..
Biliyorum şimdi kimisi diyor ki:
- Aman canım, merak ettiğin şeye bak.. deli saçması...
Doğrudur...
Yaşamak nedir ki zaten?..
Fasa fiso...
*
Yaşamak nedir mi?..
Bir sabah kalktın, sevdiğin kadının gözünün altında derin bir çizgi gördün..
O da gördü mü?..
Görmez olur mu?..
Ya da henüz aynaya bakmadı..
Soru:
- Yaşlanıyor muyum?..
Sen görmezlikten geldin diyelim, o düşünüyor, dupduru ten nasıl böyle oldu?..
Nasıl olmasın ki, yaşıyorsunuz.
Kim bilir, belki gözü de teni de daha güzelleşti.
Ama şartlanmış bir kez.. Şartlanmışsınız.
Çizgilerin, yaşlılığın insana güzellik verdiğini kişinin kültürüne aşılayan estetik kültürüne erişmek için, insanların daha ne kadar yaşamalarına gerek var? 100 yıl, 1000 yıl?
İlkellik daha ne kadar sürecek?
Sürse de alt gözkapağının altındaki bir yeni çizginin insanı bu denli düşündürüp oyalaması, işte insanın gözeneklerine dek yaşamasıdır...
Yaşamak güzel şey Taranta Babu...
*
Dünyanın bugünkü kepaze haline insan bozuluyor, bir yanda açlıktan ölen çocuklar, yoksullar, bir yanda sayılamayacak kadar çok kadın köleler...
Öyle kadın köleler ki köleliklerinin bilincinde bile değiller...
Ve bu kadınlar saraylarda yaşıyorlar...
Dünya böyle kalmaz...
Biz de böyle kalmayız...
Hem kim kalmış ki canım..
Kim kalır ki...
Çok ermiş gelmiş geçmiş bu dünyadan...
Biri, 13. yüzyıl şairi Âşık Paşa ...
Der ki:
"Acı dirliğim isteyen
Tatlı dirilsin dünyaya
Kim ölümüm ister ise
Bin yıl ömür olsun ona"
*
Yine de tekerlemeye geliyorum:
Nalları dikmezsem..
Daha görüşürüz...
Dikersem, her ne kadar kusurumuz da olsa, affola...
İkisine de eyvallah...
_________________
İlhan Selçuk / Cumhuriyet / 13.04.08

SEVGİYE DÖNÜŞTÜRMEK...

Nedense haklı olduğumuz konuda fedakârlık yapan taraf bile biz oluyoruz. Olgunlaşmamış ruhlar, bu durumu enayilik olarak niteleseler de, aslında hayata karşı olan sevgimizi kollamalıyız. Hayatımızda rolleri olan kişileri suçlamak yerine, hayatta bize gösterilen olayların, bizden kaynaklanan temellerini irdeliyoruzdur aslında. Herkesin içindeki yansımaları yaşadığını düşünüyorum. İçimizde yaşadığımız korkularımızı, endişelerimizi, öfkelerimizi, sevinçlerimizi, kabullenmelerimizi ve de sevgilerimizi dışımızda harekete çeviriyoruz.
Kimi zaman kaçıp gitmek, uzaklaşmak istiyoruz insanlardan, olaylardan hatta bulunduğumuz yerlerden. Oysa içimizdeki fırtınalar, gelgitler değişmeden sadece sahne farklı olacaktır, oynanan tiyatro değil. Kendimizi tam ve bütün olarak düzeltmeden yaşadığımız görüntüler de düzelmeyecektir. O yüzden, acılar bazen çok katı, fedakârlıklar ise çok aptalca görünecektir gözümüze. Oysa ruhunu arındırmaya çalışan her birey, bütün sivriliklerini törpülerken yansımalarını da onunla birlikte törpülediğini fark edecektir. Yani içeriyi temizlenmeden, dışarısı düzelmiyor; anlayacağız!
Hazır bahar da kapımızı çalmışken, içsel temizliğimizi yapmanın tam sırası. Atın ne varsa içeride; korkuları, öfkeleri, kıskançlıkları, nefretleri... Çünkü hepsi sevgiye dönüştürülmeyi bekliyor...

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...