Sayfalar

14 Şubat 2008

TÜRBAN VE DİN...


“Allah’a İnancın Felsefesidir” derim. Allah’a inanç, bir takım vasıtaların yardımını gerektirmez. Yani ne arabaya, ne bisiklete ne de beygire binip ancak takdirle karşılanacak ibadet yapabileceğiniz şartı bağlanamaz. Bu kavrama uygun olarak örnekleri genişletecek olursak, başa ille Fes, şapka veya külah veya başka bir nesneyi takmadan inancın tam olmayacağını iddia etmek ‘Din’ kavramını yozlaştırmaktır en azından. Bundan dolayı kadınların da şu veya bu vasıta olmaksızın imanlarının eksik kalacağına da inanmak istemiyorum. Keza, herhangi bir tarzda başı örttükten sonra dini inancın Tanrı huzurunda artı birkaç misli kabul göreceğini iddia edenlere veya edecek olanlara da vicdanlarının noksanlığı yönünde şüpheye düşerim. Amma, başa giyilen herhangi bir nesne ile Tanrı makamında daha muteber bir inanç sergilediklerini düşünenlere de ne kızarım ne de karışmanın uygun olacağına inanırım. Ancak giyim gericiliği ve de ‘Taliban’ yobazlığını zorluyorsa, ona da karşıyım.

Ne demek istediğimi anlatayım. Afganistan’da dindar geçinen ‘Taliban’ın bir kadını top sahasına taşıyıp kuduz bir hayvan gibi başına Kalaşnikofla kurşun sıkarak öldürdüğünü hatırlıyor musunuz? O zalimane kast Tanrı huzurunda bir inancın dinsel yanı mıydı yoksa Din’e aykırılığın tam bir tezahüratı mıydı? O eylemi yapanların başları sarıklarla örtülü, yüzlerinde de dinsel inançlarının arşın arşın sakalı vardı. Bu ifade ile anlatmak istediğim, inananların dini vicdanının göstermelik olamayacağıdır.

Peki imanın ölçüsü var mıdır? Cüppeli ve sakallı İmam ile cüppesiz ve sakalsız İmam arasında hangi değerlere göre farklılıklar vardır? Veya etrafta ara sıra gördüğümüz kara çarşafa gömülü bir kadın ile başı bohçalanmış türbanlı kadın arasındaki inancın ölçüsü hangisinin yararına Tanrı’ya göre daha az günahkâr yada sevapkârdır? Daha az örtülü olan çok örtülü olanın yanında daha mı az zahit (dine adanmış) olur?

Şimdi gelelim Türkiye’de tırtıklanan ‘Türban’ meselesine. İnançları yönünde giyinmek isteyenler, yukarıda da belirttiğim gibi, kendilerine benzemeyenleri kendilerine benzetme zorbalığına başvurmuyorsa varsın gönülleri hoş olsun. Laiklerin “Ben medeniyim sen gerici” cakası ne derece yanlış ise, Türbanlı veya Çarşaflıların, Peçelilerin veya Külahlıların da “Ben dinci ve namusluyum, sen kâfir ve namussuzsun” baskısı hem yanlış hem de tehlikelerle doludur. Türkiye maalesef işte bu doğrultu içerisinde çalkalanmaya girmiştir günümüzde. Ne mi olacak? Boynumu uzatarak kâhin olmaya girişmem gerekmez... Türkiye Laik ve Türban kavgası içinde, dış güçlerin de körüklemesiyle sokaklarda veya köşe bucakta kavgaya çekilirse, daha önce şahit olduğumuz Sağcı-Solcu kan gölü tekrarlanacaktır! Bunu takip edecek bir askeri darbenin kaçınılmazlığını önleyecek otorite kalacak mı acaba ülkede? Kimse aksini hayal etmesin, durup dururken başlatılan ‘Türban’ kavgası aslında derinlemesine, başka kurumların Türkiye’yi gerilere götürüp parçalama niyetlerinin bir darbesidir. AKP de bu haricî oluşumların maşası haline düşmüştür. Üniversiteye girme yasallılığını kazanacak olan Türban Liselere ve İlkokullara da girmeyi zorlayacak mutlaka. Üniversiteyi Türban ile bitiren, Kamu görevine tayin olduğunda o görevini ifa etmek için Türban’ı çıkarmayacak, orada da ‘Yasallılık’ kazanmak için kavgaya devam edecektir. Kısacası Türkiye bir İran olmanın oyununa düşmek üzeredir. O oyun, hatırlayacaksınız, İran’da binlerce on binlerce insanın başını yemiş (askeri personel dahil), zayıf durumunu fırsat bilenlerin (Amerika o zamanlan uşağı olan Saddam’ı saldırtmıştı İran’a) saldırısına uğramıştır. İşte Türkiye şimdi basit görünen bu Türban kavgası içinde dış düşmanların ve içerideki ayrılıkçı güçlerin tuzağına düşmüştür bana göre.
__________________Kaynak: Yaşar DURU / Açık Gazete _____

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...