Sayfalar

5 Mart 2008

ÖZGÜRLÜK MÜ YOKSA BİR KAFES Mİ?



Her teslim oluş, bilinçli bir sığınma isteği değil mi?...
Yüzün… yüzün mavi değil hayır…
Bu gece İstanbul, evsizlerin sarhoş bakışlarıyla dolu...
kaşkollar sallanıyor ev kılıklarından...
Gece serin ve yağmurlu...
Sabah olunca ayılacak gökyüzü..
Az önce biri dillendirdi ağırdan ağır dilini ….
-Sen yoksa dedi...
-Sen kafesini arayan kuş musun?..
Ya sen dedim...
-Ya sen inancını bir kaşık su da boğan kuşkucu musun? Güldüm, yürüyüp gittim... yüzü... mavi değildi hayır...
Aynı anda gelen şeyler vardır..
Yanyana ama taban tabana zıttıyla gelir...
Siyah beyazla…
Şüphe inançla...
Korku cesaretle...
Özgürlük esaretle…
Aşk teslimiyetle…
Aynı anda gelirler...
Hepimiz ama hepimiz...
O tüyleri ıpıslak, kafesini arayan yorgun kuşlar gibiydik aslında…
Bir kaçmak geliyordu bir koşmak, bir atıvermek kendini denize, soğuğa dayanmak, sıcağa yayılmak, tembel işi bir rehavet, birden bire susuvermek, birdenbire gülüvermek… ve sonunda müthiş bir yorgunluk ..
Şimdiden kaçıp, yarın olduğunda düne öykünmek miydi marifet… Şimdinin büyüsünü bir anlık gafletle kaçırmaktı aslında kendini teslim edememek. Öfkeyse öfke, ilgiyse ilgi, neyin ortasında ve neye ihtiyacımız olduğunu ifade edememek…
Son nefes dediğimiz şey, belki gözden çıkardığımız ideallerimizin ve isteklerimizin çürüdüğü yerdi.. Hastalıklar, içimizdeki çocuğun şefkat histerisine tutulmuş belirtileriydi… Oysa sevginin bir zıttı yoktu, nefrete dönüşen sevgi sevgi değildi, hiçbirşey değildi, sevginin benzeri belki bir aldatmacası, ucuna takılıp gidiverdiğimiz bir yanılsamaydı, sadece o kadardı ve sadece o kadar olan şeylerden ancak öfke doğardı... Sevmek su gibiydi, sevmek renksizdi .. Yüzünü yıkadığında renk verirdi... Yüzün…mavi değil hayır… Alıp dalgaları kollarının arasına köpüklenecek değilsin, niye illa maviyle özgürleşesin?... Ne renksen öyledir gitmenin rengi...
Neye inanmak istiyorduk? Belki bize doğru gelen en yalana… Niçin inanmak istiyorduk kurtarıcımız olduğunu sandığımız şeyin olmayan varlığına? Kötü belki kötü değildi.. İyi de belki iyi değildi.. Şimdiye bakabilmekti belki, yarının düne öykünmesini hafifletecek tek sebep… Kimine hızlı kalıyorduk, kimine koşarak yetişemiyorduk… Kimine derin bir kuyu, kimine deniz oluyorduk… Nasıl sevdiysek bir öncekinde, tam tersi oluyorduk diğerinde… Hep iyi değildik, hep kötü de değildik. Ya nasıl dolduruyorduk içimizdeki boşluğu, dünde yaşanmış ne varsa tersyüz edip büyük büyük kılıflar örüyorduk, tek bir merhabanın giydiriveriyorduk üzerine… Kimileri buna tecrübe diyordu… Sevmenin tecrübesi mi vardı? Oldurmaya çalışan bir ukalalık ve bir ikna zorunluluğu? ... yoo hayır öyle değil böylenin, siyah değil beyazın, uzun değil kısanın inatlaşmaları? Belki söylediklerimizden gidiyorduk, belki söyleyemediklerimizden... gideceğimizi bile bilmeden... vedasız… Bu süre içinde kime değdiyse kolumuz, bacağımız, kardeş, dost, komşu, arkadaş kimse artık… Hepsinde başka bir renk bırakıyorduk... Hepsi başka tanıyordu bizi, arkada bizi tanıdığını zanneden bir 'nasıl bilirdiniz' cemaati...
İstanbul...
Uçmayı unutturan, uçma isteğini azaltan, bir 'dur kıpırdama' şarkısı bırakıyor ağzıma...
Yüzün...
Senle başlayan bir turuncu...
Ve senle biten bir durma isteği..
Yüzün...
Mavi değil hayır ..
Kimbilir belki…
Kafesin biri, bir kuş aramaya çıkmıştır'
Kafka'nın dediği gibi ...
Belki sadece budur...
Ve kuşlar bunun için bu kadar şaşkındır...
Ögürlük mü, yoksa bir kafes mi?
Kaynak: http://www.acikgazete.com/?newsid=20339&category=149

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...