Sayfalar

13 Şubat 2008

Fakire nohut torbası! Memura bahşiş! Kızın başına türban!...


Model bu;
Türkiye yenilmişliği, yorulmuşluğu, kadını kafese koymayı seçmeye zorlanıyor.
Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç yönetimi Cumhuriyet’in hakkını vermekte enerjisiz kaldı.

Bilimle dinin.
Zenginle yoksulun.
Emek ile sermayenin.
Milliyetçilik ile ümmetleşmenin.
Avrupalılık ile Araplaşmanın.

Küreselleşme ile yerelin birbiriyle çatışmasından doğan ilerletici diyalektik enerjisinden “yeni sentezler üretemediler” ve “ülkeye gerçekten çağ atlatacak dişe dokunur, özgün, orijinal, yerli bir model” bulamadılar.

Bir türbana sarılıyorlar.
Bir idamlık kefene.
Dış borca abanıyorlar.
Yüksek faize sığınıyorlar.
Ve kronik cari açığa.
Bir ABD’ye vidalanıyor.
Bir AB’ye firketeleniyorlar.

Önlerinde TV kamerası, radyo mikrofonu, gazeteci teybi görünce de Necip Fazıl’dan, Yunus Emre’den, Mehmet Akif’ten hep aynı şiirleri okuyarak; “sadaka- bahşiş-türban” geriliğine gelip saplanıyorlar. Türkiye’nin “üniversiteli kızlarına türban giydirerek orta sınıflaşacağı, dışa açılacağı, dünya ile bütünleşeceği” yalanını söylemekten çekinmiyorlar.

Fakire nohut torbası!
Memura bahşiş!
Kızın başına türban!
***
Türkiye Cumhuriyeti, 85 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri arasından doğduğunda; “kadını, softa kafalı erkeğin soktuğu kafesten çıkartıp” 54 İslam ülkesi içinde; “eşitliğin-özgürlüğün-kendini serbestçe ifade edecek bir kişilik sahibi kılmanın” devrimini yapmıştı.

Nurperi Hanım.
Şikeste Hanım.
Zeynep Hanım.
Emine Hanım.

Bütün hanımlar, “cumhuriyetin, kurulduğu güne göre, ilerlemeci sentezi sayesinde” kapatıldıkları geri ve karanlık kafeslerden kurtulmuşlar, “dört kumalı evliliklere mahkûm olmaktan, mahkemede şahitlik yapacaklarsa ancak bir erkeğe karşı iki kadın şartından, miras hakkında eksik etek muamelesi görmekten, otomobil kullanabilmek için erkeğinden izin almak zorunda olmaktan”, kadına “saçı uzun-aklı kısa muamelesi yapan” bütün dini referanslardan kurtulmuşlardı.

Rast gelmişti.
Bize tarihin ikramıydı.
Türkiye Cumhuriyeti, 54 İslam ülkesi içinde “laikliği esas alarak” çağdaşlaşmaya kapı açan ülke olmuştu.
***
Şimdi kapıyı kapatıyorlar.

Kafesten çıkmış kadını, uzun vadede kafese geri tıkmaktan başka hiçbir sonuç getirmeyecek olan gerici adımlar atıyorlar. Peçe, çarşaf ve burka giyerek de üniversiteye gidebilmenin yolunu açıyorlar.

Kızları türbana soktular.
Türbanı üniversiteye taşıyorlar, toplumu “türban yanlıları/türban karşıtları” kavgasının içine çekip siyasi olarak 5 yıl-10 yıl daha varolmaya, iktidarda kalmaya çalışıyorlar.

Yoksula nohut torbası.
Memura bahşiş.
Kızın başına türban!
Model bu.
Bu modelle nereye gidilir?
İran’a...
Suudi Arabistan’a...
ve Sudan’a....

...

Ucnokta_aforizma

YETERSİZ KİŞİLİKLER Türk toplumunda, yetersiz kişilikler sürekli olarak en üst noktalara tırmanma "becerisi" gösteriyorlar. Belki her toplumda yetersiz kişilikler vardır ama, hiçbir toplum kendi kötülüğüne olacak biçimde, yetersiz kişilikleri kendi tepesine oturtmaz. Türkiye'de ise her açılan yeni göreve, öncelikli olarak yetersizler talip oluyor. Hatta birileri tarafından önce onlar öneriliyor. Bunun birden fazla nedeni olmakla beraber, en önemli nedeni, görevini doğru dürüst yapmaya alışmış yeterli birisinden, kendisine zararı dokunacağı ya da kendi yetersizliği ortaya çıkacak fobisiyle, işbaşındaki herkesin korkmasıdır. Bu korku da, yetersizlerin, düzenbazların arasında, her kademede gizli bir ittifakın oluşmasına neden olmaktadır. Yetersiz kişiliklerin ortak özelliği, bulundukları yerde kendilerini güvensiz hissetmeleridir. Güvensizliğin nedeni bulundukları yere uygun bir yeterlilik gösterememelerindendir. O zaman şöyle sorulabilir: Kendi yetersizliklerini biliyorlarsa nasıl bu kadar cüretkar olabiliyorlar?. Bunun cevabı şöyle verilebilir: Kendi yetersizliklerini, hiyerarşinin üstündeki başka yetersizlerin gücüne dayanarak ittifak içinde "kompanse" etmeleridir.. Diğer bir nokta da genel olarak bir kişide, yetersizlik belirgin hale gelince, müdahaleciliğin artmasıdır. Bu durumu, gelişmenin hızlı olduğu mesleklerdeki yaşlı kişilerde veya genç tembellerde görürüz. Çünkü, hızlı değişime ayak uydurmakta zorlanan kişiler en çok bunlardır. Kendilerinde hissetikleri zayıflığın, başkalarına müdahale ederek sözüm ona ortadan kalktığını hissederler. Yetersizliğini farketmiş, ama "ben önemliyim" den vazgeçemeyen herkesin ortak kaderidir bu. Ama dikkat edilirse yalnızca bizim gibi toplumlarda. Çünkü bu toplumların, yetersiz insanı "alaşağı" etme mekanizmaları yoktur. Toplum kişiyi aktif görevden çekmedikçe, kişi kendini var olan dinamik sürece adapte etmeye çalışmaktan çok, klasik müdahalecilikle toplumdaki aktif süreci, sekteye uğratmaya çalışmaktadır. Peki aktif süreç dışına düşmek niçin bu kadar korku yaratmaktadır?. Bunun temelini toplumsal korkumuzda aramalıyız. Bu toplum, ortak bir bilinç halinde, tek tek bireylerinin yetersiz olduğunu hissedip güçlü bir toplumsal dayanışma içinde bulunmaya ve hep bir ağızdan konuşup hep aynı adımı atmaya zorunluluk duymaktadır. Bu duyguyla, ileriye gidenleri geri çekmek(farklı şeyler söyleyenleri alaya almak ya da modaya ilk uyanları züppe diye damgalamak); geriye kalanları da tutup yanına çekip, kalkındırmak(binlerce dilenciyi asgari ücretle yaşayanlardan bile daha iyi duruma getirmek) birarada ve benzer halde durmak ve sonuçta toplumsal bir "sürü" yaratmak içindir. Bir benzetme yapalım: Bilindiği gibi koyun kurda karşı çok zayıf bir hayvandır ve o nedenle sürüden hiçbir koyun geri kalamadığı gibi ileri de gidemez. Çünkü zayıflık duygusu birleşmeyi ve benzeşmeyi zorunlu kılar. Benzeşmek diyorum, çünkü onlarca beyaz koyunun içinde tek bir siyah koyun varsa kurdun en çok dikkatini çeken de o olur. Bir arada ve benzer olmamak, toplumsal korkuyu, sonuçta da kişisel korkuyu arttırır. Bunun için, yetersizlerin toplumun içine katılma çabaları, toplumsal hantallığı beraberinde getirse bile, toplum tarafından anlayışla karşılanır ve asla dışlanmaz. "Birey"lere karşı yaratılmış bu hoşgörü ortamı, korkulu toplumların ortak geleneğidir. Korkunun temeli önce toplumdadır ve oradan bireye aktarılır. Bunu şuna dayanarak söylüyorum. Dilenciler her zaman toplu yerlerde para toplayabilmektedirler. Sakat bir dilenci, yalnız bir kişiden para istediği zaman genellikle eli boş dönmektedir. Ama insanlar toplu haldeyse sakatlığı ile toplumsal bir "korku" yaratarak ve topluluktaki kişilerin kendi aralarındaki elektriklenmeyi kullanarak ve güçlü bir yardımlaşma duygusu uyandırarak fazla miktarda para toplayabilmektedir. Yani sonuçta kökteki korku yalnız değil, toplum halinde olduğumuzda ortaya çıkan korkudur. Yetersizlere müsade eden de bu toplumsal korkudur. Bu korku nedeniyledir ki, bir arada bulunmak, birbirine sıkı sıkı yapışmak, ileriye gidene ve geriye kalana müsade etmemek ve bunca sıkışıklığın, yapışıklığın içinde, gene de bir toplumsal hiyerarşi yaratmaya çaba göstermek bizim özelliğimizden de öte, tanımımızdır. Dilenciye para verenler gerçekte dilecinin durumunun düzelmesi gibi bir kaygıyla ona para vermezler. Buradaki kaygı, ilahi adalet gözünde, aciz insana yardım etmemiş bir duruma düşerek, onun tarafından(ilahi adalet) dilencinin konumuna döndürülmek korkusu parayı verdiren nedendir. Zaten dilencilerin onca ezilmişliklerinin altında aynı zamanda gizliden tehditkar bakışlı olmalarının nedeni de budur.Yani ilahi adaletin yeryüzündeki insanları sınamalarına, sözümona aracılık eden konumlarının verdiği, gizliden üstünlük duygusu!. Zaten korkulu bir topluma bir de kendi çıkarınıza hizmet etsin diye ilahi korkuyu tehdit olsun diye alet ederseniz, tabi ki çok kolay para toplarsınız. Yetersiz kişilerin el üstünde olduğu bir toplumda her türlü çarpıklığı görmeniz mümkündür. Tahir Musa Ceylan / Aylak Bilgi..

YENİLGİ...

Dünyanın her yerinden herkesin yenileceği bir yer vardır.
Kimilerini yenilgi yıkar , kimileriyse zaferle küçülür, bayağılaşırlar.
Büyüklük, hem yenilgiyi, hem de zaferi kabullenebilen kişilerde yaşar.
__John Steinbeck__


Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...

Objektifimden... 21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...
21 Ekim 2006 İstanbul Rumeli Hisarı...